25 Şubat 2015 Çarşamba


Artık hepimiz medyacıyız, hepimiz sosyaliz! Hatta yediden yetmişe hepimiz sosyalleşme çabalarımızı ya facebook ya da twittera borçluyuz. Bu yolda ilk onları tanıdık, şifrelerimizi aldık, hesabımızı açtık. Tabii en havalı profil fotoğrafımızı çekip, en güzel pozu yakalamak için de ayrı bir özen gösterdik, elimizden geleni yaptık. Sonra? Başladık kim, kiminle, nerede, neler yapıyor diye takip etmeye. Yedik fotoğrafladık, içtik fotoğrafladık, gezdik fotoğrafladık. Aşık olduk, aşkımızı orada ilan ettik. Hatta düğün davetiyelerimizi bile oradan yolladık! Hatta hatta eşimizle bile orada tanıştık! Gün oldu ayrıldık, hemen facebooka koştuk, dertleştik. Bürokrasiyi sevmeyen bizler ilişki durumumuzu da kolay yoldan beyan ediverdik.
İlişki durumu: Kafam karışık, gönlüm boş, bekarım! Ya da evliyim ama yazmaya gerek yok!( Hayat bu belli mi olur!)
Çalışma hayatından sıkıldık, iş arkadaşlarımıza kızdık. Yine onunla dertleştik, imalı cümleler kurduk, mesajları yolladık,’’Ee anlamaz mı artık o kendini?’’ dedik, ‘’Anlamıştır lafın kime gittiğini, mutlaka! O da facebook kullanıyor, takip ediyor, okumuştur işte’’ dedik. Yani yüzyüze olmaktansa, aramıza teknoloji  girsin istedik. Teknik olmak daha sosyal olmak gibi geldi bize! İyi geldi yani! Belki de psikolojik olarak daha rahat hissettik.
 Mum ışığında, kendimizi kasıp romantik cümleler kurmak yerine, evde pijamalarla gerine gerine edebi cümleler yazmak zahmetsiz geldi…
Yani sosyalleşmek sandığımız facebook ile her işimizi halleder hale geldik.
Bazen psikologumuz,  bazen kişisel danışmanımız bazen de gizli düşmanımız oldu. Hani dost gibi görünüp de arkandan kuyunu kazanlardan. Çünkü; eski sevgililere ulaşabilir, yeni eşlere kavuşabilir, yuvaları pat diye dağıtır olduk hem de çok kolay, bir tık ile...
Sadece internet paketiniz olsun yeter, yok olmadı wi-fi  lazım! İkisi de yoksa durum vahim demektir. Sen ASOSYALSİN , aman dikkat et!
Her ortamda olduğu gibi ‘’like’’ edenler,’’ like’’ etmeyenler diye yine ikiye bölündük. Başladık gönül koymaya, ‘’Neden beğenmiyor ki paylaştıklarımı?’’ diye sorgulamalar, alınmalar, gücenmeler ve sonunda arkadaşlıktan çıkmalar, hatta tamamen hesabı kapatmalar. Aman aman akrabaların bile birbirine girdiğini, kaç yıllık arkadaşlıkların bittiğini bilirim ben.’’Sen benim yeğeni neden takip etmiyorsun?’’ sorgulamalarına siz de şahit olmuşsunuzdur belki.
Tabii, bu sosyalleşme furyasına 60 yaş ve üzerinin katılımı var bir de, pek neşeli gelir bana! ‘’Bul bakalım benim ilkokul arkadaşlarımı evladım, acaba şimdi nerelerdeler? ’’ ‘’Beni vaktinde isteyen bir adam vardı, bak bakalım, ne hale gelmiş?’’ Hadi buldun diyelim, adını, soyadını hatırladın diyelim, bu kez de torunlarının fotoğraflarını merak etmeler falan… Yani, facebook kimilerine de nostaljik bir yoldaş oldu.
Sonra ne oldu? Yetmez oldu, sıkıldık, çünkü; herkesin, nerede, ne yaptığını öğrenir hale geldik. Zaten Mevlana’nın bütün sözlerini de doğru, yanlış ezberledik, tüm arkadaşlarımızın doğum günlerini de facebook sayesinde kutlamış olduk.
Yeni ve değişik bir şeyler lazım oldu, Twitter çıktı geldi, hoş geldi. Aman o da pek iddalı geldi, öyle fotoğraf falan istemedi ilk başlarda. ‘’Ben farklıyım!’’ dedi.
Twitter;  bir anda bol özlü sözler ile yeni takipçi kitleleri oluşturdu. Artık kim ne yapmış değil de kim ne demiş merakındaydık. Baktık devlet politikaları, ülke yönetimleri, eylemler, ayaklanmalar, kitlesel olaylar twitterdan idare ediliyor hemen buraya kaydık. Hatta facebook u küçümseyenleri bile ölümüne twit atarken gördük. Seçim meydanlarında bile göremediğimiz devlet büyüklerimizin, sanatçıların twitlerini saniye saniye takip edebildik. Retweet olabilmek için daha çok çalıştık, top trend için uykusuz kaldık! Kelime anlamını bile merak etmedik. Aslında kuş cıvıltısı demekti. Pek de sandığımız gibi ağır, oturaklı bir anlamı yoktu!
Olsun yine de biz ‘’Ben sadece twitterı takip ediyorum!’’ diyerek sosyalleşmenin alt kültüründen üst kültürüne atlayıverdik.
 Gözaltına alınmalar, tutuklanmalar bu cıvıltılar nedeniyle olduğu için kimilerinin gözü korksa da ne milli kahramanlar, ne Cem Yılmazlar çıktı. Anladık ki biz mizah yönü kuvvetli, direnişi seven bir milletmişiz! Topyekün hepimiz twittercı olduk. Sağolasın Twitter, iyi ki varsın dedik, dedik ama onun da başına gelmedik kalmadı! Kapatıldı, açıldı, engellendi, ulaşıldı, ulaşılamadı, yasal yoldan bağlanıldı, bağlanılamadı derken, işin tadı kaçtı.
Bize yeni bir biz lazımdı,  daha da soysa, daha farklı olmak istedik. Zaten sosyal olmak için başka ne yapabilirdik ki?
Hopp, ihtiyacını duyduğumuz sosyal destek geliverdi. INSTAGRAM. Şükürler olsun son gelen ilk gözağrısı facebook kadar yaygın olmasa da kazanın dibi misali en keyiflisi oldu. Neden?
Hem bol fotoğraf var, hem yorum var hem de anında çek yolla! Adından da belli instant! ANI YAKALA! Yıllarca duyduğumuz, Robin Williams’ın öğretisi ‘’Anı yakala’’ yı instagram sanarak, heyecanlandık! 
Beğenmediğin birşey mi var, yaz yazabildiğin herşeyi, hakaret bile serbest. Öyle arkadaş, sosyal çevre, konu, komşu da yok buralarda çok fazla. Kimse kimseyi tanımıyor ki! Hatta hatta rüyanda görebileceğin ünlüler bile elinin altında artık! Hani hiç sevmediğin bir sanatçı vardı ya, al takibe, saydır pardon yazdır yazdırabildiğin kadar. Tüm takipçileri de okusun, rezil olsun! Senin kim olduğunun da bir önemi yok, instagram denilen yerde rumuzlar, uydurma hesaplar da serbest! Kimin kim olduğu belli değil. Değil ama; her türlü gruplaşmalar, her fotoğrafta ikiye bölünmeler, toplumun tüm politika, sanat, inanç söylemleri burada tartışılıyor, yargılanıyor ve infaz ediliyor. Sanırsınız ki bu ülkede bütün hukuk sistemi instagram mahkemelerine dayalı!
Atış da serbest! Ee ihtiyacmız vardı toplumsal olarak rahatlamaya, içimizi boşaltmaya. Baktık dinlemiyorlar bizi, çıkıveriyoruz takipten, oluyor,bitiyor.
Ben de bayılıyorum bu takibe almalara, çıkartmalara. Saniyesinde hayatınızda ve saniyesinde hayatınızın dışında! Ne kolay, ne çabuk, ne hızlı!
Başka ayrıcalıkları da var İnstagramın tabii, bukadar değil!
Facabook da her yediğimizin detayını gösteremezken , örneğin, kılçığı kalmış balık tabaklarımızı bile paylaşabiliyoruz. Büyük rahatlık değil mi?
Onun sayesinde artık pasaport, vize işlemleri dışında profesyonel fotoğrafçılara da ihtiyacımız yok, hepimiz fotoğrafçıyız. Hele bir de retrikalar var ki, herkes güzel, herkes yakışıklı, herkes zarif ve ince. Bir de buğulu fotolar var ki instagramda insan kendi evini bile tanıyamaz hale geliyor! Bambaşka bir yer sanki! Hatta hatta kendini bile Alis Harikalar Diyarında hissediyorsun.
Söyleyin şimdi sevilmez mi bu instagram?
Ayrıca  gelirken de yalnız gelmedi, yanında selfie denilen özçekim diye çevirdiğimiz bir akımla geldi. Hiçbir akıma bu denli adapte olamayan bizler özçekimi öyle sevdik ki kadavralarla bile kendi fotoğrafımızı çektik.
Her anımızı paylaşabileceğimiz, özelimizi de kamusal hale getireceğimiz tek sosyal medya burasıydı artık. Renkli, cıvıl cıvıl, neşeli, keyifliydi ayrıca. Kimsenin kimseden bir farkı yoktu, hepimiz ünlü olduk, pek çok tanınan isimlerden bile çok daha takip edilir olduk.
Birbirimizden tek farkımız takipçi sayımızdı ki onu da parayla hallettik. Parasıyla değil mi?
Takipçin sayın kadar konuş!
Söyle bana takipçi sayını, sana kim olduğunu söyliyeyim!
Sen beni kimler takip ediyor biliyor musun?
Takipçim olmadan asla!
Bak, seni takipten çıkarırım!
Takibe takip…
İşte bunlar da yeni sosyal içerikli deyimlerimiz artık.
Sonuç; İnstagram pek sevildi, diğerlerinin pabucu dama atıldı sanki.
Peki medyanın tam içinde bulunan biri olarak benim medyam mı hangisi?
Özele, mahreme girmeden, inançları, düşünceleri, fikirleri kanırtmadan, yargılamadan ,edebi, etiği, ahlakı unutmadan paylaşmak, anlatmak ve öğretmek için kullanılan bu arada da eğlendiren, keyif veren biraz da terapi gibi kafa dağıtan medya..
Yok illa birini mi seçeyim?
Pozitif ayrımcılık yaparak, daha samimi olması, anlık yorum kolaylığı ve iletişim sıcaklığı nedeniyle INSTAGRAM diyorum…
Beğenileriniz bol olsun, sevgilerimle


Petek Uluğ

22 Şubat 2015 Pazar


Güneşli havaya rağmen İzmir yine de serindi bugün.  Yemyeşil, çeşit çeşit Ege otlarının satıldığı, tezgahlarında bu otlardan yapılmış el açması böreklerin tepsi tepsi sıralandığı ''CITTA SLOW'' daydık bugün. Yani; Seferihisar'da, pazarda...

                            




Yaz aylarında çok sevdiğim Seferihisar'ın (Sertifikalı organik ürünlerin de satıldığı) pazarını kış boyu özlediğimi fark ettim. Hangi otu alacağımı şaşırarak gezindim durdum. Fast Food a inat yerli hanımların evlerinde kendi hazırladıkları yiyecekler (Otlu börek, nohutlu mantı, kalbura bastı, taze yaprak sarması, erişte, tarhana, ev baklavası, siron, benim aşure sultan ve renk renk ev reçelleri) nefisti ve çok rağbet görüyordu.

                           
                     
                           


Seferihisar Pazarı'nı beğenmemin sebebi diğer pazarlara göre farklı olan konumu. Tarihe meraklı olan ben, bu sevimli pazarın TEOS (Sığacık) kale içindeki konumundan çok hoşlanıyorum. (Tarihi kale Kanuni Sultan Süleyman tarafından Rodos seferi öncesi yaptırılmış.) Kendimi pazarda değil de hani kale kapısından içeri girip, surlar arasında tarihi yolculuğa çıkmış gibi hissediyorum, çünkü; bu yavaş şehrin pazarında öyle
 ''Geeellll Geeellll!'' diye bağıran pazarcıları göremezsiniz, duyamazsınız. Surlar arasında gizli, minik sokaklarına yayılmış sakin insanların tezgahları ve el emeği ürünleri var sadece.

                           

                            
                            
     
                            


Çıkışınızı diğer kale kapısından yaparsanız eğer, sizi sakin, masmavi bir Ege denizi bekler...Yorgunluğunuzu gidermek için de oturur şöyle güzel bir bardak çay içersiniz kale dibindeki mekanlarda.

       

        

       

Eve dönüş yolunda her zaman olduğu gibi yine ''Babam ve Oğlum'' filminin güzel Seferihisar sahnelerini hatırladım ha bir de ayıklanıp, yıkanacak onca otları.


 Keyif dolu günleriniz olsun.

Petek Uluğ

21 Şubat 2015 Cumartesi



Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihi boyunca üretilmeye devam eden saray halılarının sergisi 14.Haziran 2015'e kadar İzmir Arkas Sanat Merkezi'nde devam ediyor!


19.YY'de Anadolu'da önemli dokuma merkezleri ile beraber İstanbul Feshane, Kumkapı, Sivas ve İzmit Hereke'de kurulan dokuma tezgahlarında üretilen halıları yakından görmek, saray geleneği örneklerini incelemek aynı zamanda tarihi yolculuğa çıkmak demekti ve çok keyifliydi.


 Desen, renk ve incelik açısından bakıldığı zaman halı değil de tam bir sanat eseri gördüm. Dokumaların aralarına serpiştirilen motifler adeta bir emek ustalığıydı.







Keyif Dolu Günleriniz Olsun...

Petek Uluğ

Arkas Sanat Merkezi Tel: 0232 464 66 00



18 Şubat 2015 Çarşamba



Türkiye'nin en büyük sanat galerisi İzmir'in Bayraklı Semti'nde körfezi kucaklayan bir konumda açıldı. Folkart Tower'ın en üst katında Ellerin Büyüsü adlı sergiyi dolaşırken bulutlara biraz daha yakın olduğum için mi bilmiyorum ama hem İzmir'i kucaklamak hem de çok zengin bir sanat koleksiyonunu incelemek, elleri, ellerin fonksiyonunu bir kez daha düşünmek çok keyif verdi, ülke olarak sıkıntılı geçirdiğimiz bir haftada bana nefes verdi!...

Ve bir kez daha anladım ki bizler eğitime ve sanata yatırım yaparsak; ancak; ozaman toplumsal huzura yatırım yapmış oluruz. Bugün sanatı tartışıyor olsaydık belki de sosyal yaralarımız çok daha az olurdu!

Sergide Pablo Picasso, Auguste Rodin, Salvador Dali, Eugène Delacroix, Ara Güler gibi dünya sanatına yön veren sanatçıların eserleri ile birlikte Türk resim ve heykel sanatında önemli sanatçıların eserleri de İzmir’de ilk defa sanatseverlerle buluşmuş. 

Dünyaca ünlü Alman Plastik Cerrahı Prof. Dr. Hans Zilch’in 30 yılını aldığını belirttiği sergi ilk olarak İzmir'de başlamış. 15 Mart 2105 tarihine kadar açık olacak sergi sonrası mutlaka seyir koltuklarına oturmanızı tavsiye ederim.





                 


Günüz Doğan Ekşioğlu






Uğur Seyrek


Ara Güler





Sanatla Dolu Keyifli Günleriniz Olsun

Petek Uluğ





16 Şubat 2015 Pazartesi



Yıllardır 20-25 yaş aralığında üniversiteli kız öğrencilerimle beraberim. Her şehir, her kültür, her inanç, her sosyo-ekonomik seviye tek bir sınıfta toplanırız.

Ülkemin her renklerini gördüm. Gün oldu bana inandılar, güvendiler ve özel hayatlarında yaşadıklarını paylaştılar, gün oldu anlatırken ağladılar ''Neden hocam?'' diye sordular, hepsi bende kaldı!

Keşke dilim lal olmasaydı, izinleri olsaydı, yazarak yaşananları anlatabilseydim.

Ama şunu biliyorum ki; en modern, aydın kesim diye adlandırılan ailelerin kız çocukları da cinsel taciz mağduru. Tacizin ağırı, hafifi olmaz, tamam hepsi ağırdır ama biliyor musunuz en akıl almazı nerede yaşanıyor? Ailede!...

Anne çaresiz, suskun, konuşamıyor! Genç kız perişan, psikolojik tedavi alıyor! Dile getirilemeyen isyanlar ile sonuçlanan intiharlar! Asla nedeni açıklanamıyor! Aslında intihar değil, Özgecan vahşetinin aynısı! Yani; görünen buzdağının altı çok karanlık, sanıldığından daha da karanlık. Tacizin boyutları çok büyük!

Nezaman ki namus ve cinsellik kavramlarına bakış açımız değişir, işte ozaman kadının kaderi değişir bu ülkede.


Petek Uluğ

11 Şubat 2015 Çarşamba



Yaşadığımız şehirleri tanımak, anlamak ve hissedebilmek için arka sokaklarına, çarşılarına dalmak, kaybolmak gerekir. Dev binaların, beton yığınlarının aralarında, AVM lerin koridorlarında dolaşmak o şehri tanımak için yeterli değildir. Hatta tanıyamazsınız! Sadece o şehirde ikamet etmek demektir bana göre.

Bu nedenle yaklaşık iki hafta önce sosyal medyada takip ettiğim İzmir Gourmet Guide ekibinin Gurme Ahmet Güzelyağdöken’in rehberliğinde düzenleyeceği Kemeraltı’nda lezzet keşifleri turunu görünce çok heyecanlandım ve hemen arayarak adımı yazdırdım.



Çarşının arka sokaklarını eski bir rehber olarak dolaşan, blogumda,köşemde yazılar yazan ben tarihsel pencereden gözlemlemeyi bilirim de, bilmediğim lezzet duraklarını keşfetmekten çok keyif alacağımı daha tura başlamadan hissetmiştim.


(Salepçioğlu Camii)

Cumartesi günü sabah 10.00’da Saat Kulesi’nin altında toplanarak Ahmet Bey, ve tura katılanlar ile tanıştık. Gezimizin sadece eski, tarihi lezzet merkezlerinin tanıtımı olmayacağını aynı zamanda tadım şenliği olacağını da fark ettik. Zaten Ahmet Bey’in yemek kültürü,  arkeoloji ve tarih bilgisi ile birleşince gezimiz kadar sohbetimiz de ilerleyen saatlerde tam bir cumartesi keyfine döndü.

Ben de sizi burada köşemde adım adım dolaştırmak isterdim ama çok uzun süreceği için minik özet bir tura çıkarmayı uygun gördüm.

Sizin de yolunuz düşürse çarşıya belki bu mekanlara uğrar kulağımızı çınlatırsınız.

Buyrun bakalım.

İlk olarak Anafartalar Caddesi’nden çarşı içine girdiğimizde henüz sabahın ilk saatleri olduğu için kalabalık ile buluşmamış Ali Galip Şekerlemecisi’nin önünde durarak 1901’den beri hizmet veren dükkanı selamladık. Kısacası; şekerler, çikolatalar, lokumlar ile başladık turumuza.



Sabah kahvaltımızı karakoldan sola saparak ilerlediğimiz, caminin çaprazında bulunan, Antalya’dan gelerek açtığı ufak dükkanında oklava kullanmadan hazırladığı el açması hamurunun inceliği ile ün salmış Antalya Börekçisi’nde yaptık. 
Havanın serin olduğu sabah saatlerini düşünürseniz içtiğimiz çayların da en az börekler kadar lezzetli geldiğini ve bizi mutlu ettiğini tahmin edersiniz. Peynirli, kıymalı el açması böreklerin yanında tatlı lor peynirli katmer mutlaka tadılmalıydı. Öneriler doğrultusunda hepsinden tadarak başlayan kahvaltımız daha ilk durakta nefesimizi kesti.

İkinci durak benim için çok şaşırtıcıydı! Her köşesini iyi bildiğimi sandığım Kemeraltı’nın bu pasajını ( Antalya Börekçisi’nin yanı) hiç fark etmemişim bile! Fark etseydim, içerideki Elgani Badem Ezmecisini de görürdüm mutlaka. 



Halen daha kendi el yapımı üretimi ile çalışan bir badem ezmecisi varmış orada da, ben bilmezmişim. Datça’dan getirdiği bademleri yumurta akı kullanmadan doğal yolla ezen badem ezmecimiz tezgah önünde oluşan uzun kuyruğa tek başına yetti.



Daha sonra çarşının turşucular, balıkçılar, sepetçiler bölümüne daldık. Bilgiler aldık. Hatta kaybolmakta olan bir demirci ustasının çalışmasını seyrettik. Demir tavında dövülürü gözlemledik. Belki de çarşının tek kalmış demirci ustasıydı!



Oradan Abacıoğlu Han’a geçtik. Mimarlık ödülüne layık görülen bu hanı ben size daha önce yazmış, anlatmıştım, hatırlar mısınız bilmem.

Handa bizi Ayşa Boşnak Börekçisi’nin tüm ekibi hazır halde bekliyordu. Yemeğimizi Ayşe Hanım’ın da katıldığı hoş bir sohbetle yedik. Boşnak mutfağı tarifleri, yemek tüyoları, anıları paylaşıldı ve Ayşe Hanım’ın kendi elleri ile yaptığı Boşnak mantısı üzerine ev baklavası tadıldı.

Handan çıkar çıkmaz hemen yanında bulunan Havra Sokağı’na girmemek olmazdı tabii. Rengarenk tezgahların süslediği sokakta Ahmet Bey bize taze balığı anlamanın püf noktalarını anlatırken benin gözüm kestaneler ve yeşil zeytinlerdeydi..

Agora Meydanı’na doğru ilerleyen sokaklarda farklı keşiflerimizden biri de babadan oğla geçen, kebabı ile meşhur Gül Kebap’tı.



Caddeyi geçerek en üst katına çıktığımız katlı otoparktan İzmir’i ve tarihi çarşının kubbelerini seyrettik. ‘’SANA TEPEDEN BAKTIM AZİZ İZMİR!’’ misaliydi…
Otoparkın hemen yan sokağına girer girmez, artık tanımadığımız bir İzmir vardı! Evet; sadece benim değil, ekipteki herkes için farklı bir İzmir Sokağı idi. 

Burada Yeşiloba Çorbacısı, Söğüşçü Muammer, Fatih Kebabçısı, Lokmacı Öztat duraklarında tadımlar yaptıktan sonra, İzmir’e has içecek olan kavun çekirdeğinden yapılan Sübya ile tanıştık. Nasıl elde edildiğini Urfa Bakkaliyesi’nden dinledik, notlar aldık. Hatuniye Camiisi, Dönertaş hakkında tarihi bilgileri dinlerken bol bol fotoğraflar çektik, kendi şehrimizde yabancı bir turist kafilesi gibiydik! 





Sonra Dibek Kahvecisi’nde dövülen kahveyi bir izledik. Sokak mis gibi kahve kokuyordu. Önceden hazırlanmış, kahve paketlerimizin bize hediye edildiğini görünce nasıl sevindiğimi anlatamam. Çünkü; ben tam bir kahve tutkunuyum.

Evet; okurken umarım yorulmamışsınızdır, ben sabah 10.00’dan akşamüzeri 16.00’a kadar süren lezzet turumuzda hiç yorulmadım…

Keyif dolu, lezzet dolu günleriniz olsun

Petek Uluğ